Pandemi döneminde anksiyete bozukluğu arttı
Pandemi dönemi anksiyete bozukluğunu arttırdı. Pandeminin mevcut yorgunlukları, sıkıntıları ve çözümsüzlükleri ikiye katladığını belirten Psikiyatri Uzmanı Dr. Cem Hızlan, “Değişen alışkanlıklarımız, belli bir biçimde yaşamaya zorlanmamız, birtakım şeyleri değiştirme şanslarımızın elimizden alınması gibi unsurların hepsi yıpratıcı ve yorucu şeyler. Bu dönemin tam olarak özelliği de bu. Şartlar değişir ama hayatımızı nasıl daha iyi sürdüreceğimiz bizim hayatla olan ilişkimize, yaratıcılığımıza, şansımıza ve hayat mücadelemize kalmış bir durum. Özellikle psikolojik bir çözüm düşünmek yerine ‘şu günleri biraz daha yaşanılır hale nasıl getirebilirim’ diye düşünmek lazım” açıklamasında bulundu. Dr. Cem Hızlan, pandemi sürecinde görülme sıklığı artmış olan anksiyete bozukluğuna, nedenlerine ve korunma yollarına ilişkin önemli bilgiler verdi...

Anksiyete bozukluğu nedir?
Anksiyete bozukluğunu anlayabilmemiz için öncelikle “anksiyete”nin ne olduğunu bilmek lazım. Türkçe’ye “kaygı” diye de çevrilen anksiyete, insanın ve diğer canlıların tehlike ve sıkıntı halinde otomatik olarak devreye giren bir savunma mekanizmasıdır. Anksiyete normalde her insanda ve her hayvanda vardır. Örneğin bir hayvanı köşeye sıkıştırırsanız, yaralamaya çalışırsanız onda gördüğünüz şey anksiyetedir. Sırtı kamburlaşır, hızlı hızlı nefes almaya başlar, göz bebekleri büyür, kalp atışları hızlanır, tansiyonu yükselir. Aynı mekanizma bizde de var. Örnek verecek olursak; diyelim ki ben bir trafik kazası yaşadım ancak yaralanmadan, arabadan sağ bir şekilde çıktım ancak araba çok kötü durumda. Bende çarpıntı, nefes alamama hissi, midede kasılma, ölüm korkusu, tuvalete gitme isteği gibi belirtilerin hepsi olabilir. O sırada anksiyete atağı ya da panik atak dediğimiz şeyi yaşamış olurum. Bu normaldir çünkü ciddi, ölümcül bir tehlike atlatmış durumdayım. Dolayısıyla bir tehlike atlattığımızda ya da hayati bir durumla karşılaştığımızda o “anksiyete” dediğimiz mekanizmanın otomatik olarak devreye girmesi normaldir.
“Anksiyete bozukluğu” dediğimiz durmda ise bu mekanizmanın devreye girme eşiğinin düşmesi yüzünden çok küçük, normalde bunun tetiklenmesini gerektirmeyecek kadar küçük, basit olaylarda ya da hiçbir şey yokken dahi kendi kendine tetiklenmesine “anksiyete bozukluğu” deriz. Yani ortada bir sıkıntı olmadığı halde beynimiz ve vücudumuz normalde tehlike ve panik sırasında devreye sokması gereken reaksiyonu durup dururken devreye sokuyor. Örneğin telefon çaldı diye, biri biraz yüksek sesle konuştu diye, hava karanlık diye o mekanizma durup dururken devreye giriyor. Bu durumu aslında araba alarmına benzetebiliriz; araba alarmı normalde kapı kurcalanınca çalması lazım ancak bazılarının ayarı bozuk olabiliyor ve rüzgâr esse dahi alarm çalabiliyor. İşte insandaki o alarm mekanizmasının kendi kendine devreye girmesine “anksiyete bozukluğu” diyoruz.
Anksiyete bozukluğunun sebepleri ve belirtileri nelerdir?
Bu mekanizma çok farklı sebeplerle bozulabilir. Tiroid gibi birtakım endokrinolojik hastalıklarda, ağır kansızlık, kronik akciğer hastalıklarında ya da vücudu ilgilendiren başka fiziksel, yıpratıcı olaylarda bozulabilir. Ya da bazı insanlarda bu mekanizma doğuştan normalde olması gerekenden çok daha hassastır. Ama bizim şu dönemde en sık gördüğümüz neden yıpranma, yorgunluk ve bu yıpranma ve yorgunluğun birikmesi. İnsanlar genellikle bu tip psikolojik sıkıntıların, anksiyete bozukluğu gibi psikolojik belirtilerin ortaya çıkması için büyük travmaların olması gerektiğini düşünür, bu doğru değil. Bizim psikolojimiz büyük travmalara dayanıklı, zaten psikolojimizin işi o travmaları atlatıp hayatımızı devam ettirmemize yardım etmek. Ama sürekli biriken, yüklendiğimiz stresi deşarj edemediğimiz ya da yorulduğumuz kadar dinlenemediğimiz, birbirinin üstüne eklenen ve yıpratıcı stres içeren süreçler uzadığında giderek bu mekanizma hassaslaşıyor. Bunu şöyle düşünebilirsiniz, zamanla oluşan birikim ve yorgunluk bizim sabrımızı ve olaylara karşı tahammülümüzü de düşürüyor. Buna da şöyle bir örnek verebiliriz; diyelim ki rahat, sakin bir evcil hayvanım var fakat ben onu bağladım ve 6 aydır bağlı tutuyorum. Bu hayvan bağlı olduğu için normalde olduğundan daha huzursuz, çabucak paniğe kapılıyor. Normalde kafayı takmadığı, ilgilenmediği şeylere aşırı ilgi gösterip reaksiyon vermeye başlıyor. Doğru düzgün beslenip uyuyamıyor, bir çıtırtı duysa uyanıyor. Yani sürekli devam eden yorucu, bıktırıcı ve yıpratıcı süreçler anksiyete mekanizmasının giderek hassas hale gelmesine sebep oluyor. Pandemi döneminde de en sık gördüğümüz neden bu.
Bunu şuna benzetebiliriz; belirli bir süre sağlıksız beslenirseniz eninde sonunda insülin direnci ortaya çıkar. Bizim de duygusal açıdan içinde bulunduğumuz süreç yıpratıcı ve yorucuysa, büyük bir travmadan ya da aşırı bir olaydan söz etmiyorum ama sürekli yerine koyamadığımız, dillendiremediğimiz bir yıpranmadan söz ediyoruz. Bu ortam bir süre sonra anksiyete bozukluğu dediğimiz durumun daha kolay ortaya çıkmasına sebep oluyor.
Herkes benim gibi yaşıyor, niye bende oldu da başkasında olmadı gibi sorular çok geliyor insanın aklına. İnsanlar bu durumun güçlü ya da güçsüz olmakla ya da zayıf olmakla, kafaya takmakla ya da bir şeyleri yönetememekle ilgili olduğunu düşünüyorlar, halbuki öyle değil. Yine aynı örneği verebiliriz burada; bir sürü insan sağlıksız besleniyor ama o sağlıksız beslenen insanların bir kısmı insülin direnci ve sonrasında şeker hastası oluyor. Çünkü onun yapısı o sağlıksız ortama daha duyarlı. Aynı şey anksiyete bozuklukları için de geçerli. Hepimiz iyi kötü hakikaten yıpratıcı, duygusal ihtiyaçlarımıza çok zaman ve emek ayıramadığımız ve sorumlulukların bizi yıprattığı bir süreç içerisinde yaşıyoruz. Trafik, iş-güç, geçim sıkıntısı, çocuk büyütmenin zorlukları gibi aklınıza gelecek her şey yıpratıcı ve sağlıksız ortamın içinde. Ancak bazılarımız bu konuda biraz daha duyarlı ve bu insanlarda anksiyete dediğimiz sistem, mekanizma bozuluyor ve bu insanlarda anksiyete bozukluğu görülmeye başlıyor.
Tanı nasıl konuyor?
Psikiyatride klinik deneyimin önüne geçmiş tetkik ve tahliller henüz yok. Bu birçok durumda sorunmuş gibi görülebilir ancak anksiyete bozukluğu belirtileri oldukça belirgin. O belirtileri söylediğinizde karşınızdaki insan ‘aa evet bende bu var’ diyebiliyor. Dolayısıyla böyle bir durum için birtakım tetkikler ya da araştırma yöntemleri önermek çok gerçekçi değil. Çok pahalı ve klinik değeri olmayan, daha çok araştırmalarda kullanılan bazı tetkikler yapılabiliyor ancak bence gerekliliği çok tartışılır. Yapılması gereken şey zaten psikiyatri uzmanına gitmek ve bu sorunu görüşmek.
Aksiyete bozukluğunun evreleri var mı?
Evrelerinden ziyade biçimleri var. Evreleri şiddetlenebilir, hafifleyebilir. Bu da şartlara bağlı. Şartlar bizi ne kadar zorlarsa o kadar şiddetli yaşarız. Evrelerinden ziyade bu durum insanların bünyeleri ve psikolojik yapılarındaki farklılık nedeniyle farklı belirtilerin ön plana çıkmasına sebep olabilir. Örneğin aynı yıpratıcı süreç bir insanda tekrarlayan mide ve bağırsak şikayetlerine sebep olurken, başka bir insanda tansiyon ve çarpıntıya sebep olabilir. Hangi sistemimiz, organımız daha hassassa orada belirti verir. Anksiyeteden öncelikle etkilenen organlar deri, kulaklar, kalp ve damar sistemi, kas ve iskelet sistemi (kasılma, sırt ağrısı, boyun ağrısı ve fibromiyalji), mesane (mesanenin hacmi küçülür ve sık idrara gitme ihtiyacı ortaya çıkar), ağız kuruluğu olur, yemek borusu kasılır, sanki bir şey yutulamıyormuş gibi olabilir. Bunlar anksiyetenin standart belirtileridir. Bu belirtilerin hepsi birden görülebilir, yalnızca biri görülebilir, bir süre bir belirti, daha sonra başka bir belirti rahatsız edebilir, bunun klinik bir anlamı yok. Çünkü bir semptom, belirti seti var ve o set içinde bizim hassasiyetimize ve o sıradaki duruma göre bazıları ön plana çıkıyor, bazıları geri planda kalıyor. Biz de ön plana çıkan belirtiye göre problemin ismini değiştiriyoruz. Takıntılar ön plandaysa daha çok obsesif bozukluk diyoruz, kalp, mide, bağırsak şikayetleri ön plandaysa somatoform bozukluk diyoruz. Ya da tüm bu belirtiler bir kriz şeklinde geliyorsa panik bozukluk diyoruz ama belirtilerin hepsi birden yaygın ve zaman içerisinde devam eder şekilde varsa yaygın anksiyete bozukluğu diyoruz. Burada isimlendirme, olayın kökeninden ziyade o insanda ortaya çıkan belirti üzerinden oluyor.
Risk grupları var mı? Kimler risk altında?
İnsanın huyunun kendi kararında olmadığını bilmek lazım. Anksiyetenin bir refleks olduğunu söyledik, beyin bunu otomatik olarak devreye sokuyor. Mesela bizim kan şekerimizi beynimiz ayarlar ve kan şekerimizi ayarlarken bize sormaz “yükselteyim mi, düşüreyim mi” diye. Tansiyonumuzu, kan basıncımızı beynimiz ayarlar ama beynimize “sen şimdi tansiyonumu düşür” dediğimizde bunu yapamayız. Anksiyetede de bu böyle. Beynimiz gerekli durumlarda bu durumu otomatik olarak devreye sokar ve bize sormaz. “Ben şimdi huzursuz olayım mı, sıkılayım mı?” diye kimse düşünüp bunu yapmaz. Ancak duygular ön planda olduğu için bu sanki irademizde olan bir şeymiş gibi algılanır.
Burada iki şeyi birbirinden ayırmak önemli. Birincisi duygularımızı kontrol edebiliriz ancak nereye kadar? Bu, nefes alışverişlerimizi kontrol etmeye benzer. Yavaş nefes al derseniz yavaş nefes alırım, nefesini tut derseniz 1-2 dakika tutarım. 5 kat merdiven çıktıktan sonra yavaş nefes al derseniz alamam. Duygular da aynı böyle; belli bir şiddeti geçtiğinde bizim onları kontrol etmemiz zorlaşır. Anksiyete için de bu geçerli. Burada ikinci bir faktör, bu bir refleks, bir özellik ve bunu beynimiz düzenliyor. Nasıl boyumuz, posumuz, kaşımız, gözümüz farklıysa bu refleksin devreye girme hızı ve şiddeti de insandan insana farklılık gösterir. Bu biraz da yapısal bir durum. Yani bazı insanların duyguları daha ön planda ve daha çabuk heyecanlanıyor, daha çabuk seviniyor, daha çabuk tedirgin oluyor, daha çabuk kızıyor, daha çabuk korkuyor, bazı insanlar da bu konuda daha donuk. Ancak bu insanların seçerek yaptığı ya da eğitimle aldığı bir şey değil, yapıyla ilgili bir durum. Duyguları daha ön planda olan insanlar bu yıpratıcı ve birikim yaratan süreçlerde daha hassas oluyor. Burada riski doğuran şey yaşadığımız hayat biçiminin ne kadar sağlıklı olduğu. Tabii anksiyete bozukluklarına sebep olan faktörlerden yalnızca birini konuşuyoruz. Bu genel olarak günlük hayatı devam ederken doğuştan yaşadığı bir problem, bir endokrin hastalık ya da başka bir beyin hastalığı yüzünden değil, yıpranma ve birikim yüzünden oluşan anksiyete bozukluğunu konuşuyorsak burada daha kontrol edilebilir faktör yaşamımızı nasıl düzenlediğimiz. Örneğin, sabah 6’da kalkıyorum, 1 buçuk saat trafikte araba kullanıyorum, işe geliyorum, kapıda hastalar bekliyor, daha nefes alıp çayımı içemeden hasta bakmaya başlıyorum, 6’ya kadar hasta bakıyorum, hastalar biter bitmez daha elimi yüzümü yıkayıp ortalığı toparlayamadan arabaya binip eve gitmem lazım çünkü annemden çocuk alınacak, yine trafikte gidip çocuğumu alıyorum, eve geliyorum, yemek pişiriliyor, yeniyor ve ertesi gün aynı şey bir daha yapılıyor. Bu, yıpranılan ve birikilen durumun deşarj edilemediği bir düzen. Bunu böyle yapmaya devam ettiğimiz sürece giderek yıpranıyoruz ve daha hassas hale geliyoruz. Kimin riskli olduğu önemli değil. Her türlü kişilik yapısı ister duygusal ister donuk olsun etkilenebilir. Kişilik yapılarının da kendine göre avantajları ve dezavantajları vardır. Yani bir grup insan kişilik yapısı yüzünden daha şanslı değil. Her kişilik özelliğinin belli durumlarda avantajı, belli durumlarda dezavantajı var. Burada asıl problem, yaşamımız devam ederken basit, temel ihtiyaçlarımız için zaman ve emek ayıramıyor oluşumuz.
Nedir psikolojimizi korumak için lazım olan temel ihtiyaçlarımız?
Bu basit ihtiyaçlar dinlenmek, kendi halimizde kalmak, öz bakımımızı yapacak kadar kendimize zaman ayırabilmek, trafik-üzerine iş-dönüşte bir daha trafik çekmemek ve biraz daha o süreyi kendinize ayırmak gibi basit, insani şeyler. Basit, herhangi bir canlının günlük hayatında yaşaması gereken şeyler. Bazen şartlar buna izin vermiyor. O zaman da bu süreç uzadıkça biz giderek daha hassas, kolay etkilenen, takıntılı insanlar haline geliyoruz. Bu, anksiyetenin bir sonucu. Yıprandıkça ve mekanizmamız hassaslaştıkça ister istemez daha takıntılı hale geliyoruz. O takıntı da hassaslaşmış olan mekanizmanın bir parçası. Yani biz kafamıza bir şey taktığımız için, bir şeyleri kafamızda çözemediğimiz için, bir şeyin doğrusunu ya da yanlışını göremediğimiz için hasta olmuyoruz. Biz yıprandığımız ve duygusal ihtiyaçlarımızın karşılanmadığı bir ortamda yaşamaya devam ettiğimiz için hasta oluyoruz. Ama o diğerleri o hassasiyetin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Buna “hastalık” da dememek lazım tabii, bu bir “hassasiyet”. Normalde var olan bir mekanizmanın daha hassas hale gelmesi yani o “anksiyete” dediğimiz şey vücudumuzda olmaması gereken bir şey değil.
Dışarıdan gelen etmenlerden kendimizi nasıl koruyabiliriz?
Daha sağlıklı yaşamanın yollarını bulmaya çalışabiliriz. Ama “Buna şansım yok, ben böyle yaşamak zorundayım” diyorsanız bu zor bir hayat. Bu aynı şuna benziyor; diyelim ki bir endokrinoloji uzmanına gittim, “Sürekli kilo alıyorum, yemek yeyince başım dönüyor, ağzım kuruyor” diyorum. Doktor da “Sende insülin direnci var” diyor. “Niye?” diyorum, “Sağlıksız besleniyorsun, kilo alıyorsun, karbonhidrat yiyorsun, lifli beslenmiyorsun, spor yapmıyorsun” diyor. Ben de “Sağlıklı beslenemem çünkü işim çok yoğun, öğlen hazır gıda yiyorum, akşam eve gidince mantı, börek gibi kolay yiyecekler hazırlıyorum” diyorum. Doktor da şeker hastası olmamam için ilaç veriyor. Durumun özeti bu aslında. Yani anksiyete bozukluğundan korunmak istiyorsanız sağlığınız için gerekli olan birtakım ihtiyaçları da hayatınızda bulundurmalı ve bunlara yer açmalısınız. Bunlara yer açmak yerine insanlara duygularını değiştirmek daha kolay geliyor. Yani “canım çıkana kadar çalışayım da olayı kafamda çözeyim, belki hallolur” diye düşünüyorlar. Hayır hallolmaz.
Tedavide neler yapılıyor?
Eğer bu sistem gerçekten kendi kendini tetikleyecek biçimde bozulduysa ve bunun bozulmasına sebep olan gerçek hayattaki şartlar devam ediyorsa kendi kendine düzelmez. Yani “ben artık kafama takmıyorum, pozitif bakıyorum, güçlendim, bilinç altımı açtım, gökyüzünden enerji alayım” diyerek düzelmez. Tedavide genellikle antidepresan kullanılır. Antidepresanlar rahatlatıcı, sakinleştirici ya da uyuşturucu değillerdir. Antidepresanlar bir çeşit anksiyete regülatörüdür, ayar yaparlar. Yani anksiyetenin kendi kendine kısır döngü oluşturmasını engellerler. Dolayısıyla biz sağlıksız bir biçimde yaşıyor olsak bile en azından stres mekanizmalarımız korunmuş olur. Antidepresanları böyle bir durumda bir çeşit tansiyon, şeker ilacı gibi koruyucu ve düzenleyici bir tedavi olarak görmek lazım. Bir hastalığı iyileştirmek adına değil, bir durumu zarar vermemesi için koruma altına almak gibi. Burada yıpranma ve birikim sonucunda ortaya çıkan anksiyeteden bahsediyoruz, diğer sebeplerden değil. Diyelim ki hastada tiroid problemi var, antidepresan kullanmadan önce tiroid problemini çözmek lazım.
Anksiyetenin çözümü için kişi öncelikle günlük hayatını nasıl düzenleyebileceğini, günlük hayatında gerçekten yapılması gerekmeyen şeyleri nasıl ayıklayacağını, onların yerine kendine zaman ayırması için nasıl bir sistem kurabileceğini düşünmeli.
Yalnızca ilaç işe yarar mı, bakış açısının da değişmesi önemli mi?
İlaç her zaman işe yarar ama problem bakış açısında değil, problem nasıl yaşadığımızda. Hiçbirimiz sadece kendi zevkimiz ve rahatımız için yaşamıyoruz, böyle bir hayat yok. Bir insanın hiçbir sorumluluk taşımadan her şeyi sadece kendi için yapan ve kendi zevki için yaşaması ne kadar anlamsız, boş ve saçmaysa bir insanın kendine ait, kendine geri dönüşü olan hiçbir şeyi yaşamadan sürekli sorumlulukları, yapılması gerekenleri, sürekli mecburiyetleri yaparak yaşaması da o kadar anormal. Burada ne kadar kendimize zaman ayırırsak o kadar sağlıklı oluruz. Bunun cevabı kendimize ne kadar nefes alabilecek alan açabiliyorsak o kadar sağlıklı oluruz. Yani bizim de kendimize ait nefes alabileceğimiz bir alanımızın olması gerekiyor. Ancak şöyle bir anlayış değil bu: “360 gün çalışayım da 5 gün süper bir tatil yapayım”... Bu yanlış. Burada önemli olan sürdürülebilir olması. Yani bugün yorulduğumu bugün dinlendiremezsem bile 2-3 günlük yorgunluğu dinlendirebilecek, o yorgunluğun birikmesine engel olabilecek bir hayat düzeni bizi belli bir oranda anksiyete bozukluğundan korur.
İnsanlar kendi ihtiyaçlarına zaman ayırmalı. Bu kimi için dizi, film izlemek, kimi için kahvede kâğıt oynamak, kimisi için de felsefe toplantısına katılmaktır. Burada püf nokta “senden başka kimsenin işine yaramasın”. Yani “şu işi yapayım hem ben iyi olurum hem çocuğun işine yarar” gibi bir şey değil. Ya da “zaten evde de yemek yapmayı öğrenmem lazım, bu nedenle yemek kursuna” gideyim gibi bir şey değil. Birtakım zamanların direkt bize geri dönüşü olmalı ki o birikimi ve yorgunluğu üzerimizden atabilelim ve tekrar baştan başlayabilelim. Kimi resim yapmayı, kimi de dans etmeyi sever, insanların huyları bambaşka. Kimi daha içe dönük kimi daha dışa dönük. Önemli olan ‘Bana ne iyi geliyor?’ sorusu. Sadece kendinizi düşündüğünüz zamanlar olmalı. Bunun adı “bencillik” değil. Hiç olmazsa nefes alabilecek kadar kendinize düzenli olarak vakit ayırabilmek önemli.
Pandemi döneminde kaygılar arttı mı?
Tabii arttı çünkü güncel durum mevcut yorgunlukları, sıkıntıları ve çözümsüzlükleri ikiye katladı. Sokaktan bir sokak kedisini alıp eve koysak, yemeğini suyunu versek, 3 ay kapalı tutsak o hayvanda da anksiyete bozukluğu olur. Bizim değişen alışkanlıklarımız, belli bir biçimde yaşamaya zorlanmamız, birtakım şeyleri değiştirme şanslarımızın elimizden alınması gibi unsurların hepsi yıpratıcı ve yorucu şeyler. Bu dönemin de tam olarak özelliği bu. Çaresizlik, eve kapanma ve yaşam alışkanlıklarında ister istemez, kaçınılmaz olarak yoğun değişiklikler.
İnsanlara önerileriniz nelerdir?
Yukarıda belirttiğimiz tüm öneriler geçerli. İnsanların bu şartlar altında ne kadar yaratıcı olduklarına bağlı bir durum. Şartlar değişir ama hayatımızı nasıl daha iyi sürdüreceğimiz bizim hayatla olan ilişkimize, yaratıcılığımıza, şansımıza ve hayat mücadelemize kalmış. Özellikle psikolojik bir çözüm düşünmek yerine şu günleri biraz daha yaşanılır bir hale nasıl getirebilirim diye düşünmek lazım. Evde olmanın bazı insanlara iyi geldiğini de söyleyebilirim. İnsanların huyu dediğimiz gibi çok farklı, kimi evde vakit geçirmekten hoşlanıyor, bu durum da onlara fırsat oldu.

Dr. Cem Hızlan, tıp eğitimini 1990 yılında İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi’nde, uzmanlık eğitimini ise 1997 yılında Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde tamamladı. Uzmanlık eğitimi sonrasında Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde başasistan olarak 2001 yılına kadar çalıştı. 2001-2016 yılları arasında özel bir hastanede psikiyatri uzmanı olarak görev yapan ve 2016 yılında Anadolu Sağlık Merkezi’nde çalışmaya başlayan Dr. Hızlan, psikiyatri uzmanı olarak görevini sürdürüyor.